Cevapsız Kalan Arama
Aziz Isa Elkun
Uygurcadan Türkçeye Çeviren Erol Özdemir
Yaz ortasında parlak bir sabah, kızınızın elinden tutarak dar kaldırımlı okul yolunda yürürken, kuşların cıvıltılarını dinlerken, ardınızda kalan çabucak geçip giden mutluluk dolu herhangi bir günün benzeri bir gün yaşadığınız için hayata şükrediyorsunuz.
O anda bu mutluluğu gerçekten fazlasıyla hissediyordum; kızımla birlikte yürüyor, onun elinden tutarak ona doğa hakkında eğlendirici öyküler anlatıyordum. Sihirli hayal dünyamızda kızım ve ben, birden serçelere dönüşerek, büyük meşe ağacının tepesindeki kuşların arasına katılıp onların şen şakrak şarkılarına eşlik ediyorduk. Evden okula bu on beş dakika süren yürüyüş mesafesinde, ahşap kaplı dar kaldırımları ve birkaç yaya yolunu ve kavşağı geçmemiz gerekiyor.
Bazan bu dar kaldırımlarda insanların yanından geçmek epey zor oluyor, özellikle çifte bebek arabaları ve yeni yürüyen gözü yaşlı çocuklarıyla yolu tıkayan genç anneler olunca. Ama bugün şanslıyız, yolda sadece birkaç yıldır tanıdığımız genç bir anneye rastlıyoruz. Kızı, kızımla aynı sınıfta olan bu bayanla, okul bahçesinde ve okul dışındaki aktivitelerde sık sık görüşüyoruz. Adı Lucie. Fransa’nın Nice şehrinden Londra’ya birkaç sene önce yerleşmiş.
O sabah Lucie’ye yaklaştıkça, onun yüksek sesle telefonda konuştuğunu farkettim, hatta bunun görüntülü bir konuşma olduğunu ekranda beliren ve gözüme ilişen yaşlıca bir bayandan anladım. Nice’te yaşayan annesi olabileceğini düşündüm. Birbirimizle her karşılaşmamızda selam vermeden geçmesek de, bu sabah telefon konuşmasını bölmemek için onu selamlamakta tereddüt ettim. Yine de yanından bir selam vermeden geçmenin soğuk bir davranış olacağını düşündüm. Bu yüzden ona hafifçe bir “Günaydın” dedim, o da yüzünde beliren hafif bir gülümsemeyle bana karşılık verdi. Telefon konuşamasına ara verdi ve “Afedersiniz, annemle konuşuyordum da, bugün onun 80. yaş günü.”. “Harika”, “Bugün aileniz için çok özel bir gün olmalı. Lütfen bizim adımıza da onun doğum gününü kutlayın” dedim. “Annenizle görüntülü bir şekilde konuşabildiğiniz için çok şanslısınız, sizi kıskandım.”. Ona, bunları gülümseyerek söyleyip, yolumuza devam ettik.
Lucie’yi arkamızda bırakıp, 100 metre ilerlemiştik ki, karşıya geçmek üzere bir yaya geçidinin önünde durduk ve yoğun sabah trafiğinde bir boşluk bulabilmek için sabırla beklemeye başladık. Derken Lucie’nin de tam karşıya geçmek üzereyken yolun kenarında bize yetiştiğini farkettim. “Afedersiniz, daha önce rahat konuşamadım, annemle telefonda konuşuyordum da. Ama sizin söylediğiniz birşeyi tam duyamadım.” Bunu söylediği anda, trafikte bir boşluk oluştu, çocuklarımızın ellerinden tutarak, yüzümüz karşıya dönük yolu birlikte geçtik.
“Eğer yanlış işitmediysem, anne ve babamı arayabildiğim için, bana ne kadar şanslı olduğumu söylediniz, öyle mi?” Ne demek istediğinizden tam emin olamadım. Sanki ailenizi aramanız imkansızmış gibi geldi kulağıma, çok pahalı olduğu için mi?”
Sorduğu sorular beni yıkmıştı; Avrupa demokrasisi ve insan haklarının hoşgörü beşiğinde büyümüş bu genç kadına ailemi niçin arayamadığımı açıklamak için kolay bir yol bulmam gerekti. Onun, Çin’e Özgü Sosyalizm’den ve Etnik Parçalanma- Terörizmle Mücadele gibi doğduğum topraklar olan Çin’e bağlı Sincan Uygur Özerk Bölgesi diye de bilinen vatanım Doğu Türkistan’ı boyunduruğu altına alan bütün bu kavramlardan haberinin olmadığına adım gibi emindim.
“Hayır Lucie, keşke o kadar basit olsaydı. Aslında, benim ailemi aramam, senin Fransa’daki aileni aramandan bile daha ucuz. Fakat, babamın iyi olmadığını bilmeme rağmen, ben ailemle son bir iki aydır hiç konuşmadım ve birkaç yıldır da diğer akrabalarımı aramayı kestim. İşte böyle. Bundan birkaç ay önce annemi aradım, telefonu açtığında, bana bir daha onları aramamamı söyledi, en azından bir süreliğine. Çünkü ne zaman ona Londra’dan telefon etsem, bir iki saat içinde bir grup polis onun evine geliyor. Polis, anneme artık telefonlarıma bakmamasını söylemiş. Söylediklerine göre, bölge polisi uluslararası telefon görüşmelerini yasaklamış ve anneme yasağa karşı gelirse de, tutuklanacağını bildirmiş.”
Lucie’nin kafası karışmış, öylece bakıyordu. Bir an için kendimi kötü hissettim, ama mademki başladım, hikayemi bitirmek zorundaydım.
“Muhtemelen sana anlattıklarıma inanmakta güçlük çekeceksin. Ve böyle birşeyin bu modern çağda nasıl olabileceğini soracaksın.” dedim. “Fakat, inan bana bu Uygur halkının yaşadıklarının yanında sadece okyanusta bir damla kalır.”. “Bütün bu sorunlar, Çin Halk Cumhuriyeti’nde bizim sözde ‘etnik azınlık’ tanımlanmamızla başladı.”. Birçok açıdan Tibet’le aynı durumdayız. Bir sömürge yönetimi altındayız. Birleşik Krallık’a siyasi sığınmacı olarak gelmeden önce, o topraklarda doğup, büyüdüm…” . Bir an duraksadım, farkında olmadan bu uzun hikaye ve uzun konuşmayla onu sıkmış olabilirdim.”
“Afedersin Lucie, sanırım çok konuştum”, dedim ona, kendimi biraz gergin hissederek.
“Hiç önemi yok.” dedi, “Anlattıkların çok korkunç ve üzücü şeyler. Sıkıntılarını, benimle paylaştığın için teşekkür ederim, diye ekledi. Neredeyse okulun kapısına gelmiştik. “İyi günler” dedi sıcak bir şekilde ve kapıdan okul bahçesine bebek arabasını iterek girdi. Ben de, kızımın sınıfına yöneldim,
onun sınıfa doğru koşuşunu gördükten sonra, okul bahçesinden çıkarak uzaklaştım.
Eve dönüş yolumda, aniden üzerimde feci bir yorgunluk hissettim. Altı yıl boyunca ayaklarım, evden okula okuldan eve bu kaldırımları ve yolları sayısız kereler çiğnemişti. Bu altı yılda hayatımda çok fazla şey oldu. Geride bıraktığım hayatımla, Londra’daki yeni hayatım arasında çıkan sorunlarla uğraştım, durdum. son birkaç hafta, özellikle babamın rahatsızlığı daha da kötüleştikten sonra, anne ve babamla yaptığım son konuşma beynimin bir köşesinde yankılanır oldu.
“Alo! Selamun Aleykum! Nasılsın anneciğim? İyi misin? Babam nasıl oldu, şimdi yürüyebiliyor mu? Ya komşular, onlar nasıl?”
76 yaşındaki annem ne kadar da çok şey görmüş ve yaşamış. Gençlik yıllarına denk gelen Amerikan emperyalizmine karşı Kuzey Kore’ye destek savaşında açlık ve kıtlık yıllarına tanık olmuş. Bundan başka da, nice devrimler ve seferler görmüştü: 1950’lere denk gelen ‘Büyük Atılım’da güya kapitalist İngiltere’yi çelik üretiminde geçmiştik ve tabii Mao’nun Büyük Kültür Devrim’i. Annemin başına gelen en güzel şeylerden biri, o yıllarda okumayı öğrenmiş olması ve ortaokuldan mezun olmasıydı. Bense, Kültür Devrimi’nin tam ortasında doğmuştum. Benden birkaç yıl sonra da kardeşim ölü dünyaya gelmiş. Bunu biraz daha büyüdüğümde, annemin yeterli ilaç ve besinden yoksun olmasından ötürü olduğunu öğrendim. Ve böylelikle evin tek çocuğu ben kaldım ve öyle de yetiştim. Şimdi annem çok daha yaşlı, zihnindeki hatıralar gittikçe soluklaşıyor. Bir defasında bana, Komün yıllarında katır arabasıyla geçirdiği kaza yüzünden çok acı çektiğini anlatmıştı. Komün’ün tarlalarında Başkan Mao’nun posterlerini tarla kenarlarına asarken, hızla tarlanın arkasındaki yoldan bir toz bulutu kaldırarak geçen jip, katırın korkmasına yol açmış ve araba dereye yuvarlanmış. Arabanın altında kalan annemin omurga kemiği kırılmış. O yıllarda düzgün bir tedavi alamayan annemin durumu, 1990’lı yılların başında daha da kötüye gitti ve yürüyememeye başladı. Bankadan elde ettiğimiz yüklü miktarda borç ve bir iki operasyon sonucunda, şu anda sırtına destek olan 10 santimlik bir çelik parçayla yaşamına devam ediyor.
Telefondan gelen çok güçlü vızıltı ve arkadaki yankıyla gelen sesi hala kulaklarımda çınlıyor. “Oğlum, biz iyiyiz. Babanı merak etme. Yemesi gayet iyi, ancak son günlerde yatağından çıkmıyor. Şimdi hiç yürüyemiyor, bu yüzden ona ilacını yatağında veriyorum… Benim biricik evladım, bu senin için çok zor olacak. Bunu sana söyleyince, senin ne kadar üzüleceğini biliyorum, ama bunu sana söylemezsem, bu defa da başımız çok büyük derde girecek.
Lütfen bizi bir süreliğine aramayı keser misin? Son birkaç haftadır sen bizi arar aramaz, evimize polisler geldi. İlk sordukları şey, konuşmamızın içeriği oldu, sonra seninle konuşmayı kesmem gerektiğini söylediler. Şimdi de telefonlarını açmamamı ve aramalarını cevapsız bırakmam gerektiğini söylüyorlar. İki yıldan fazla bir süredir, kasabadaki polis merkezine senden gelen her aramayı rapor etmeye zorlanıyorum. Senin aramalarını polise bildiriyorum, ama artık bu da onlara yeterli gelmiyor. Canım oğlum, sen evi terkettiğinden beri, birçok ibretlik dersler çıkardım. Şimdi de bu duruma alışmaya ve bundan bir ders çıkarmaya çalışıyorum. Bu dünya üzerindeki her yer, yaşamak için Tanrı’dan insana sunulan bir haktır. Şu anda yaşadığın yer de yine Tanrı’nın size bahşettiği bir hak. Senin adına çok mutluyum. Yaşadığın yerde güvendesin ve harika çocuklarınla ailen var. Senin huzurlu ve mutlu bir hayat sürüdüğünü bilirsem, senin için asla endişenlenmem. Allaha emanet ol yavrum…” Annemin telefondaki sesi gittikçe sönükleşti, artık sadece gözyaşlarını ve kuvvetli ağlamaklı hıçkırıklarını işitiyordum. “Du..du..du” sinyalini duyunca, annemin telefonu kapattığını anladım. 2017 yılında Ramazan’ın son haftası bir Cumartesi günüydü son konuşmamız.
O aramanın ardından, gergin ve kendimden geçmiş bir halde çok uzun
bir hafta geçirdim. Bir sonraki Cumartesi, evimizi aradım, fakat cevap veren olmadı. Daha sonra annemin cep telefonunu denedim, sonuç aynıydı: cevap veren yoktu, aramalarım cevapsız kalmıştı. Uzun süre annemin telefonundaki Çince Kızıl Şarkı’yı dinledim ve daha sonra telefonun sinyali kesildi. Çok açıktı: annem emirlere uymuş ve aramamı bilerek cevapsız bırakmıştı.
Bu büyük Londra şehrine 30’lu yaşlarımda gelmiştim. O zamanlar iyimserlik dolu, hırslı bir gençtim, geleceğe dair umutlarım vardı. Uygur halkının haklı davasını her yerde ve her fırsatta müdafaa etmeyi istiyordum. Uygurların durumlarının düzeleceğini ve iyi yönde değişeceğini ummaktaydım, fakat yıllar geçtikçe milletimin başına gelenler daha da kötüleşti. Peki ya ben tek başıma, milletimin haklarını iyileştirmek için ne yapabilirdim? Hiçbir şey! Ve üstelik şimdi, o kadar güçsüz bir duruma düşmüştüm ki, kendi anne ve babamla bile telefonda konuşamıyor, bu hakkımı bile koruyamıyor, onların hayatta olup olmadıklarını bile bilmiyordum.
O akşam büyük kızım, yemekte o gün okulda başına gelenleri bize anlatıyordu. Ortaokula bu yıl başlamıştı. “Baba, sana iyi bir haberim var” dedi. “Coğrafya dersimize yeni bir öğretmen geldi. Hepimizden, anne ve babalarımızın geldikleri ülkelerini ve o ülkelerin yeryüzü şekilleriyle iklimini anlatmamızı istedi. Sıra bana yaklaştıkça, tedirgin olmaya başladım. Bir an, babamın Doğu Türkistanlı olduğunu söylersem ve öğretmenim Doğu Türkistan’ın nerede olduğunu bilmezse, arkadaşlarımın önünde komik duruma düşer miyim diye düşündüm. Fakat, babamın Çin’den geldiğini söyleyemeyeceğimi de biliyordum. Sıra bana geldiğinde, sınıfa babamın Doğu Türkistanlı olduğunu ve ülkesinin esaret altında olduğunu söyledim. Onlara, Doğu Türkistan’ın Çin’in kuzeybatısında, Tibet’in kuzeyinde, Kazakistan ve Kırgızistan’ında doğusunda bulunduğunu söyledim. Doğu Türkistan’ın birçok dağının ve çöllerinin olduğunu, yüzölçümünün de Birleşik Kırallık’tan yedi kat daha büyük olduğunu söyledim. Ve çok şanslıydım ki, öğretmenim elimi sıkarak, bana ‘Daha önce Doğu Türkistanlı biriyle hiç tanışmadığını ve şimdi beni tanımaktan mutluluk duyduğunu’ söyledi. Artık arkadaşlarıma babamın geldiği yeri açıklamaktan endişe duymayacağım.” diye sözlerini bitirdi.
Kızıma, “ Benim akıllı yavrum, baban seninle çok gurur duyuyor” dedim. “Babanın geçmişi olmadan yaşayamayacağını biliyorsun. Babanın geçmişi, onun herşeyi. İşgal altındaki Doğu Türkistan, babana, onun çocuklarına ve torunlarına ait bir ülke” dedim ve duygularımı saklayamayarak, sözlerimi bitirirken kızımı sıkı sıkı kucakladım.
4 Ağustos 2017
Original source: http://www.uyghurensemble.co.uk/en/?p=642