You Are Here: Home » Uygur Tarihi, Kültürü ve Edebiyatı » Maniheizmin Uygur toplum ve devlet yapısına etkileri

Maniheizmin Uygur toplum ve devlet yapısına etkileri

Dr. Öğr. Üyesi Selcen ÖZYURT ULUTAŞ

II. Gök-Türk Devletinin sona ermesine müteakip bakiyesi durumunda olan diğer Türk boylarını birleştiren Kulug Kül Kağan 744’de Orhun (Ötügen) Uygur Devletini kurmuştur. 840 yılına kadar varlığını sürdüren bu devletin dolayısıyla Türk tarihinin gidişatını şekillendiren üç önemli hükümdar vardır. Bunlardan ilki 744-759 yılları arasında askeri başarılarıyla Çin’i hâkimiyeti altına alan Moyen Çor’dur. İkincisi tesis edilen askerisiyasi üstünlüğü kültürel boyuta da taşımak isteyen ve Maniheizm’i devlet dini olarak kabul eden tek devlet adamı Bögü Kağandır (759-779). Son olarak o zamana kadar ki en ağır hasımları olan Kırgızları yenen ancak daha önemlisi Turfan sahasına önem vererek adeta Uygurların geleceğini şekillendiren Kutlug Bilge Kağan (795-805)’dır (Çandarlıoğlu, 2004, s. 194-202).

Orhun Uygur Devletinden sonra Turfan Uygur Devletini kuran ve bölgede hâkim olan Uygurlar her ne kadar zamanla siyasi güçlerini kaybetseler de sahip oldukları üstün medeniyetleri sayesinde Moğollara kendi kültürlerini ve dillerini benimsetip devlet işleri ve sanat alanında Moğolların Türkleşmesini böylece kendi uygarlıklarının devamını sağlamışlardır. Cengiz Han, iç ve dış işlerinde Uygurlardan istifade etmiş onları yüksek mevkilere getirmiştir. Hatta danışmanı Tata Tunga’nın teklifiyle Uygur alfabesini İmparatorluğunun resmi alfabesi ilan etmiştir. Öte yandan İlhanlılar da resmi olarak hem Uygur, hem Fars alfabesi kullanmışlardır. Çağatay Ulusu ile Altın Orda’nın resmi devlet dili Uygur Türkçesi, resmi alfabesi ise Uygur alfabesi olmuştur. Osmanlı döneminde ise
Uygur Türkçesi, XV. yüzyıla kadar sarayda öğretilmiştir. Fatih Sultan Mehmet tarafından fermanlarda kullanılmak suretiyle dil olarak varlığını korumuştur (Zeren, 2015, s. 38-39).

Uygurları bu derece önemli ve özel kılan unsurların başında ise kabul ettikleri din gelmektedir. Zira dinlerini anlamadan Uygurların tarihi, kültürü üzerine bir şey söylemek mümkün değildir (Mackerras, 2014, s. 441). Bir
milleti bu denli şekillendiren Maniheizm’i sıkı şekilde benimseyen Uygurlar inançları itibariyle de dünya tarihinde müstesna bir yere sahiptir. Konunun tam anlamıyla anlaşılabilmesi maksadıyla öncelikle Mani’nin hayatına ve
Maniheizm’in öğretilerine yakından bakılacaktır. Akabinde birinci el kaynaklardan istifade edilerek dinin kabul süreci tetkik edilecek ve son olarak Maniheizm nasıl devlet dini haline geldiği, devleti, toplumu nasıl şekillendirdiği üzerinde durulacaktır.

I- Mani ve Maniheizm

Mani, Kral Şapur (241-272) için Şapurgan isimli bir eser kaleme almıştır. Biruni’nin bu kitabın “Peygamberin Gelişi” adlı bölümünden yaptığı alıntıya göre Mani, Babil’deki Kusa nehrinin üst tarafındaki Mardinu köyünde dünyaya geldiğini yazmıştır. Mani, yazdığı eserlerde kendini ve peygamberliğini anlatırken kendisine verilen ilahi görevin bir anlamda ailesinden başladığını ifade etmek istemiştir. Çünkü kaynaklara göre doğaüstü olaylar ilk babasında görülmeye başlanmıştır. Mani’nin babası Fattık (Fatık) Hama’dan Babil’deki Medayin şehrine taşınmıştır. Burada kendisini dine adayan Fatık sık sık tapınağa gitmekte ve günlerini ibadetle geçirmektedir. Yine böyle bir gün tapınaktayken bir gün putlardan birinin “Fatık et yeme, şarap içme ve cinsel ilişkiden uzak dur” dediğini duydu. Üç
gün peş peşe aynı çağrıyı duyan Fatık her seferinde ağladı ve bu çağrıya uyarak bir Baptist topluluğu olan Mutezileye1 katıldı (Skjærvø, 2006, s. 24).

Köln Mani Kodeks’indeki biyografisine göre ise Mani 4 yaşında babası tarafından, üyesi olduğu, Baptistler arasına yerleştirilir. Mani bu dönemini anlatırken, Baptistler arasına yerleştirildikten sonra olgunluk dönemine kadar Işık Melekleri tarafından korunduğunu ifade etmiştir. Yine kendi ifadelerine göre Mani’ye ilk vahiy 12 yaşında gelmiştir. Taum adlı bir melek ona Baptist topluluğu terk etmesini ve hikmetleri söz önüne sermesini söylemiştir. Fakat ayrılması kolay olmamıştır. Gençlik yıllarına kadar Baptistler arasında kalsa da sıklıkla bu grubun aşırıyı bulan
uygulamalarından dolayı ihtilaflar, sorunlar yaşamıştır. Mani’nin içinde bulunduğu gruba eleştirel yaklaşması ve tartışma yaşaması nedeniyle Baptistçiler arasında kendisine karşı ciddi bir muhalefet başlamıştır. Hatta bazı kimseler Mani’yi İsa karşıtı ve sahte peygamber olmakla suçlamıştır. Nihayetinde Baptistçilerin en yaşlılarından oluşan bir mahkeme kuruldu ve Mani’ye neden kurullara uymadığı soruldu. Mani ise bulundukları mekânın
dışındakileri işaret ederek asıl onların İsa’nın öğretilerine ve derslerine uygun davranmadıklarını söyledi. Bağlı olduğu tarikatın kurucusu Elkasî’den alıntı yaparak savunmasına devam etti; “Elkasî suyun ona söyledikleri duydu ve su sürekli yıkanmak için kullanılmanın onu incittiğini söyledi, yeryüzü ise pulluğun kendisine zarar verdiğini, ekmek ise pişerken canının yandığını ifade ediyordu.” Mani de bu nedenlerle kendisini takip edenlere yıkanmayı, sabanla toprağı sürmeyi ve ekmek pişirmeyi yasaklıyordu. 12 yaşından 24 yaşına kadar kendisine gelen vahyi sır olarak tuttu ve 24 yaşında melek Taum bir kez daha geldi ve artık hakikati ilan etme vaktinin geldiğini söyledi. Bu vahiy üzerine Mani iki öğrencisiyle birlikte topluluktan ayrıldı ve yeni dini yaymak üzere uzun bir yolculuğa çıktı. 36 yıl boyunca dinini anlatmak için uğraşan Mani 60 yaşında Behram tarafından ölüm cezasına çarptırılmış ve 277 yılında hapishanede tutuklu halde ölmüştür (Skjærvø, 2006, s. 25).

Ömrünü dinini yaymaya adayan ve bunun için meşakkatli bir hayata katlanıp erken sayılabilecek bir yaşta vefat eden Mani’nin öğretisinin hayli karmaşık olduğunu söylemek mümkünüdür. Maniheizm temelde iyi-kötü, ışık-karanlık, gibi karşıt unsurları temel alan düalist bir anlayışa sahiptir (Zeren, 2015, s. 98). Maniheizm’e göre Işık Zihni, bedeni oluşturan parçalara bağlanmış beş ilahi öğeyi (ilahî akıl, ilahî düşünce, ilahî sezgi, ilahî anlayış, ilahî mantık) özgürleştirerek yerine bedene hükmeden beş günahkâr öğeyi (şeytanî akıl, şeytanî düşünce, şeytanî sezgi, şeytanî anlayış, şeytanî mantık) hapseder. Şeytani güçlerin beden üzerindeki hâkimiyetinin sona ermesiyle beş erdem ortaya çıkar. Bunlar sevgi, iman, kanaat, sabır ve bilgeliktir. Bu beş erdem ilahi ruha, bedenin saldırılarına karşı direnme gücü verir ve günahın isyankâr eğilimlerine karşı savaşır. Işık Zihni’nin mücadelesiyle birlikte insan bedeni içerisinde gerçekleşen bu değişimin sonunda tamamıyla kontrol altına alınmış ve mükemmelleşmiş bir beden
ortaya çıkar. Bu, varoluşun yeni bir halidir ve Maniheist öğretide “Yeni İnsan” kavramıyla ifade edilir (Tekin, 2014, s. 72).

Mani öğretisine göre insan bedeni içerisinde tutsak olan ışık parçalarının kurtarılabilmesi için oldukça gayretli ve özenli olmak gerekmektedir. Bu sebeple Işık Zihni tarafından aydınlatılmış insan bedeninin, tekrar karanlık güçlerin esaretine düşmemesi için kendisinden yapması istenen emirleri yerine getirmesi gerekmektedir. Söz konusu emirler, Maniheist cemaat üyelerinin mertebelerine göre farklılık gösterir. Bu, Mani’nin, kurtuluşu sadece belli mertebelere ulaşan inanırlar için mümkün kılan bir düzenleme yapmış olmasıyla alakalıdır. Nitekim Mani, oluşturduğu topluluğu Seçkinler ve Dinleyiciler olmak üzere iki temel gruba ayırmış ve bunlardan sadece seçkinlerin doğrudan kurtuluşa erebileceğini söylemiştir. Seçkinler saflığın ve temizliğin simgesi olarak beyaz kıyafet giyerken, dinleyiciler günlük
hayat içerisindeki sıradan kıyafetlerini giymeye devam ederler. Sıradan bir hayat süren Dinleyicilerin en önemli görevleri Seçkinlere hizmet etmektir. Bu hizmet ise hem maddi hem de manevi anlamda yapılır. Ancak maddi
yönünün daha ağır bastığını söylemek mümkündür. Mani inancını benimsemiş bir Dinleyicinin asli görevi, Seçkinlerin günlük ihtiyaçlarını karşılamaktır. Yiyeceklerin hazırlanmasından kalacak yer teminine kadar
uzayan geniş bir görev tanımlamasını içine alan hizmet yelpazesine bakıldığında Dinleyiciler, Seçkinler grubu üyelerinin bir tür hizmetkârlarıdır. Çünkü Dinleyicilerin kurtuluşa erişebilmesi için Seçkinlere ihtiyaçları
vardır. Onlara hizmet ederek tekrar dünyaya geldiklerinde Seçkin olma ihtimalleri olabilir (Tekin, 2014, s. 84).

Maniheist öğretide üç mühür kuralı çok önemlidir. Seçkinlerin uymak zorunda olduğu üç mühür ağza, ele ve kalbe (düşünceye) hâkim olmadır. Ağzın mührü bir taraftan yalan söylemeyi, her türlü kötü sözü, küfrü ve gıybeti diğer taraftan da et yemeyi, süt ürünleri tüketmeyi ve mayalı içecekler içmeyi yasaklar. Elin mührü madde içerisinde tutsak olan ışık parçacıklarına zarar verecek her türlü davranışı yasaklar. Buna göre hayvanları öldürmek ve bitkilere zarar vermek kaçınılması gereken davranışlardır. Bu nedenle Maniheist Seçkinler toprağı ekip biçmek, otlara
basarak yürümek, yıkanmak gibi ışık unsurlarına zarar verebilecek davranışlardan kaçınmak zorundadır. Kalbin (düşüncenin) mührü ise cinselliği ve üremeyi yasaklar (Tekin, 2014, s. 91-92). Maniheist inançta yiyeceklerin ya da bitkilerin kutsal kabul edilmesi, günlük yaşamın tarımdan tüketime kadar giden her bir aşamasını etkiler. Seçkinler, bitkilerde var olduğunu düşündükleri ışık unsurlarına zarar vermekten korktukları için hiçbir bitkiye dokunmazlar. Dolayısıyla tarım yapmak onların en çok sakındığı işler arasındadır. Bununla birlikte aynı gerekçeyle yemek de
yapmazlar. Günde sadece bir kez akşam vaktinde yemek yerler. Günlük olarak tüketecekleri tüm yiyecekler kendilerine dinleyiciler tarafından hazır olarak getirilir. Yemeğe başlamadan önce yiyeceklerin hazırlanma
aşamasında işlenen günahlardan sorumlu tutulmamak amacıyla bir bağışlanma duası yaparlar: “Seni ne ekip biçtim, ne ezdim, ne de fırında pişirdim. Tüm bunları bir başkası yaptı ve seni bana getirdi. Şimdi seni hiçbir suçluluk hissetmeden yiyorum” (Tekin, 2014, s. 95).

Manihesit öğretinin temel kaidelerinden olan öldürmeme ise kuralı oldukça geniş bir içeriğe sahiptir. Bu kuralın temelinde canlı ve cansız varlıklarda bulunduğuna inanılan Yaşayan Ruh’a zarar vermeme anlayışı yatar. Bu nedenle bitkilere zarar vermek, hayvanları öldürmek, toprağı ekip biçmek, ağaçları kesmek, meyveleri toplamak, taşlara vurmak, sulara çarpmak vs. yasaktır. Kısacası söz konusu emir yeryüzündeki varlıklar içerisinde mevcut olan ışık unsurlarına zarar verebilecek tüm eylemlerden uzak durmayı gerektirir (Tekin, 2014, s. 92).

Burada kısaca değinildiği üzere Maniheizm uygulaması ve yaşaması oldukça zor bir dindir. Aşağıda da tafsilatıyla görüleceği üzere esasında bu öğretilerin hiçbiri Türk kültür ve hayat tarzıyla uyumlu değildir. Ancak bütün bu zıtlıklarına rağmen Maniheizm Orhun Uygur Devletinin resmi dini olarak ilan edilmiştir.

II- Maniheizmle Tanışma ve Kabul Çin kaynaklarına göre Uygurların ataları Hun’lardı. Wei Hanedanı döneminde Uygurlara Tölös (T’ie-le) kabileleri deniliyordu. Yüksek arabalarına güvenirlerdi. T’u-küe’lerin tebaası idiler. Hakanları ve sabit yaşadıkları toprakları yoktu. Su ve mera arayarak yer değiştirirlerdi. At binmede ve ok atmada mükemmeldiler (Chavannes, 2013, s. 129-130). Diğer tüm Türk toplulukları gibi konar-göçer yaşayan, hayvancılık ile geçimlerini sağlayan, askerlikte mahir olan Uygurlar da devlet haline geldikleri tarihten itibaren hâkimiyet sahalarını genişletmeye başlamışlardır. Özellikle Moyen Çor zamanında askeri kuvvetleri sayesinde Çin’deki Tang Hanedanı
üzerinde etkili olmuşlar ve neredeyse Çin’e hükmeder hale gelmişlerdir.

Bögü Kağan’ın başa geçmesinden sonra da Çin üzerindeki bu güçleri devam etmiştir. Hatta Maniheizmle tanışmaları da yine askeri bir harekât neticesinde olmuştur. Kaynaklara göre Tang Hanedanının en büyük sorunlarından birisi yine Türk asıllı olan An-Lu Shan kuvvetlerinin isyanıdır (Çandarlıoğlu, 2004, s. 194). Moyen Çor zamanından beri sürekli isyan eden An-Lu Shan’lar iki defa Lo-yanğ şehrini ele geçirmişlerdir. Tang Hükümeti güçlü Uygur askeri birliklerinin yardımıyla her defasında şehri geri almıştır. İkinci defasında ise Uygur kuvvetleri tedbir maksatlı Kasım 762’den 763 yılının Şubat ayına kadar şehrin etrafında kalmıştır. Bu süre zarfında Bögü Kağan, bir grup Manici Soğudlu’yu sık sık ziyaret etmektedir. Bunlar Kağan üzerinde büyük bir etki bırakmış olacak ki Bögü Kağan, başkent
Kara-Balsagun’a dönerken dört Mani rahibini yanında götürmüştür. Bögü Kağan her ne kadar bu dinden etkilenmiş olsa da halkının bu dini kabul edip etmeyeceği hususunda ciddi endişeleri vardır. Zira devlet ricalinden bir grup
zümrenin yeni dine karşı ciddi bir muhalefeti oldu (Mackerras, 2014, s. 442-443). Bu durum karşısında Kağan rahiplerle yöneticiler arasında kaldı. Ancak kaynağa göre rahiplerin bir tür tehdidi Kağanın kararında etkili olmuştur;

“Kağan: Ben Tengri, sizlerle birlikte Tanrılar ülkesine gideceğim. (dedi). Rahipler de şu karşılığı verdiler: “Biz kutsalız, biz rahibiz. Tanrı’nın sözlerini tamamıyla yerine getiririz. Biz ölünce Tanrılar ülkesine gideceğiz, çünkü biz Tanrı’nın buyruğundan çıkmayız. Bize çok baskı yapıldığı için Tanrılar ülkesini bulacağız… Efendim, eğer siz kendiniz, kanunsuz ve düzensiz olarak Ezrua’ya karşı günah işleyecek olursanız, bütün ülkenizde karışıklıklar olacak, bu bütün Türk milleti Tanrı’ya karşı günah işlemiş olacak ve rahiplere, bulundukları yerde baskı yapacaklar, onları
öldüreceklerdir… Büyük tehlike ve baskı olacaktır. Dinleyicileri ve tüccarları nerede bulsalar öldürecekler ve birini (dahi) canlı bırakmayacaklar. Bu sizin ülkenizde, buyruğunuz ile iyi ve büyük işler yapılıyordu. Tarkan gelince sizin ülkenizde (gene iyi işler) yapıldı. Fakat efendim, eğer (bunu) kendiniz uzaklaştırırsanız iyi kanunlar, iyi işler hep kalmış olacak. Eğer Tarkan böyle ülkeyi tehlikeye sokacak olursa, kötü işler yapılacak ve sizin ülkeniz yıkılacaktır. Gideceğiniz yol bundan başka olacak! Bu şeyleri Papaz hazretleri işitecek (fakat) hiç tasvip etmeyecek! Yine
haşmetli hükümdar ve rahipler iki gün iki gece bu meseleleri görüştüler. Üçüncü günü Tengriken son derece üzüldü, bundan sonra haşmetli hükümdarın zihni biraz zayıfladı. Şu sebeptendir ki ‘bu amellerden ötürü ruhu kurtulmayacak’ diye bir ses işitti; bu yüzden korktu, titredi, tereddüte düştü. Bu sırada haşmetli hükümdar Bögü Han kendisi rahiplerin bulunduğu cemaate geldi ve rahiplerin (önünde) diz çöktü, günahları için af dileyip saygıyla şöyle dedi: …den beri sizlere eziyet çektirdim. Açlık ve susuzluk…….Şöyle düşündüm: Bunca üzüntülerden sonra kendime geldim.

Siz bana acıyın, (beni) dine tutun (dine kabul edin), rahip yapın! Fakat şimdiye kadar düşüncelerim sabit değil idi. Dünyada, evde barkta yaşamağı hiç sevmem. Yine saltanatım, maddi sevinçler, beyliğim ve hüküm sürem
artık gözümde değersiz ve basit oldu… Yine siz bana şöyle buyurmuştunuz: Bunca ameller ruhunuzu kurtaramayacaktır. Fakat dine rahipler vasıtasıyla gelecek iyi amellerin işlenmesi kalacak… Cesaretim kırıldı ve korktum. Siz buyurursanız ben sizin sözlerinize ve öğütlerinize göre hareket edeceğim. (Çünkü) siz (bana) ‘efendim iyi gayret gösterin, günahları bırakın demiştiniz’ dedi. O zaman haşmetli hükümdar Bügü Han böyle konuşunca
biz rahipler ve bütün ülke halkı çok sevindik. Bu sevincimiz sözle ifade edilemez. Sonra olayı birbirine anlattılar, sonra binlerce, on binlerce topluluklar halinde birleşip çeşit çeşit eğlencelerle… geldiler. Sabaha kadar büyük neşelerle, sevinçlerle sevindiler… Pek çok idiler. Ertesi günü küçük oruç idi. Haşmetli hükümdar Bögü Kağan (ile) bütün rahipler, maiyetinde atlara bindiler ve bütün büyük prensler, soylu kişiler başta olmak üzere, büyük küçük bütün millet güle oynaya şehrin kapısına gittiler. Bu sırada haşmetli hükümdar şehre indi, tacını giydi. Kırmızı…. giyip altın tahtına oturdu. Beylere, halka yerinde bir buyruk buyurdu. ‘Şimdi sizler bütün ışık… sevinin… bilhassa rahipler… gönlümüzü teskin ettikten sonra kendimi sizlere veriyorum. Ve ben geldim, tahtıma oturdum. Sizlere buyururum: Rahipler sizlere… ruh ziyafetine teşvik etseler, öğüt verseler sizler onların sözlerine ve öğütlerine göre hareket edin, seve seve saygı gösterin. Bunun üzerine Bögü Kağan Tengriken bu buyruğu buyurduğunda, sayısız halk haşmetli hükümdarın önünde saygıyla eğildiler ve bağrıştılar, yine biz rahiplere saygı gösterdiler, sevindiler. Hepsi… sevindi. Yeniden Tanrı’yı sevdiler ve iman ettiler. Bundan sonra durmadan ruh işlerinde ve iyi amellerde gayret
gösterdiler. Yine kutlu, nasipli Han bu millete durmadan iyi ameller işlemesi için öğütler verir ve onu bu tür işlere teşvik eder. Sonra haşmetli hükümdar şöyle bir kanun koydu. Her on kişinin başına bir adam dikti ve bunları iyi
amellere teşvik edici yaptı. Kim dini ihmal eder, günah işlerse ona (doğru yolu) öğretip olur idi” (TT, II, 1929, 414-430; Tekin, 1962, s. 6-8).

Metinden de açıkça anlaşılacağı üzere rahipler, Kağanı Maniheist olmaması halinde devletinin ve halkının yok olacağıyla tehdit etmişlerdir. İhtimaldir ki, Kağan’ın kişisel eğiliminden veya zafiyetlerinden yararlanan
rahipler böylesine cüretkâr bir çıkış yapabilme fırsatı bulmuşlardır. Çünkü önce Bögü Kağan’ın Maniheizm’e karşı çıkan veziri Tun Baga Tarkan’dan şikâyetçi olmuşlar akabinde de şayet dini kabul etmezlerse başlarına
kurtulamayacakları felaketlerin geleceğini söylemişlerdir. Ancak, Kağan zaten çok önceden gönlünü ve aklını bu dine adamıştır. Dini yeni tanımış biri olsaydı bu derece tavizkâr veya çekingen davranması düşünülemez. Yine Kağanın kendini dine aşırı denilebilecek boyutlarda kaptırdığının en önemli göstergesi aşağıda tafsilatıyla görüleceği üzere devlet yönetiminde Soğudlulara ve rahiplere fazla yer vermesidir.

Sonuç olarak Bögü Kağan 763 yılında yayımladığı buyrukla Maniheizm’i kabul ettiğini ve Orhun Uygur Devletinin resmi dini olduğunu ilan etmiştir.

III- Maniheizm’in Uygur Türk Toplumuna Etkileri

İfade edildiği üzere Maniheizm düalist bir inançtı ve bütün öğretinin amacı insan bedeni içerisinde tutsak olan ışık parçalarının kurtarılması idi. Bunun için de oldukça özverili bir hayat sürmek, yasaklara harfiyen uymak
gerekmekteydi. Kurtuluş için yerine getirilmesi gerekilen ritüellerin hayli çok ve zor olması nedeniyle Maniheizm birbiriyle simbiyotik ilişki içinde bulunan iki katmanlı bir toplum inşa etmeye çalışmıştır. Bunlardan ruhban
sınıfını oluşturan Seçkinler icra ettikleri dini törenler vasıtasıyla maddede hapsolan ışığın kökenine dönmesini sağlayarak nihai kurtuluşa ulaşmak ve ulaştırmakla görevlidir (Zeren, 2017, s. 142). Dinleyiciler olarak adlandırılan
sınıf ise Seçkinlerin yapmaları yasak olan işleri yerine getirmekle mükelleftir. Bina yapımından ziraata, yemek hazırlamaktan bunları servis etmeye, seçkinlerin kişisel işlerine varıncaya kadar yapmaları gereken çok fazla “dini” vazifeleri vardı. Dinleyiciler, ancak Seçkinlerin ihtiyaçlarını giderebildikleri ölçüde kurtuluşa erebilirlerdi. Seçkinlere ne kadar çok hizmet ederlerse bir sonraki hayatlarında onların da seçkin olma ihtimalleri o kadar yükseliyordu (Tekin, 2014, s. 88). Açıkça görüleceği üzere Maniheizm’in önerdiği ve tesis etmek istediği yapı en basit tabirle sömürü düzenidir. “Kurtuluş” vaadiyle Türk milletinin töresine, karakterine tamamıyla aykırı bir yapı Uygur Türklerine dayatılmaya çalışılmıştır.

Öte yandan Uygur yazıtlarında yer alan şu ifadeler oldukça önemli ve dikkat çekicidir; “Ve Işık dinini kabul etmelisiniz! Sıcak kan içmek kötü âdetini değiştirerek yemek pişirmek âdetine kavuşan şehir oluyor ve mukatele şehrinden çıkarak bir fazilet diyarı beliriyordu (ETY, 1994, s. 233-234). Burada Maniheizm öncesine ve sonrasına ait tasvirlerin son derece mübalağalı olduğu açıktır. Ancak bize bu dinin kabulüyle ilgili beklentinin ne olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bögü Kağan Maniheiz’i kabul ederek halkının yerleşik hayata geçeceğini ve devletinin yeni bir çehreye kavuşacağını ümit etmiştir. Kağan için bu din bir anlamda yeni bir toplum inşa etmenin aracı olmuştur. Maniheizm’in resmen devlet dini olarak ilan edilmesine müteakip temel beslenme alışkanlığı et olan,
konar-göçer yaşayan ve savaşçı bir toplumun et yemeyi ve adam öldürmeyi yasaklayan şehirli dine uyum sağlaması kolay olmamıştır. Ancak 763’den 840’a kadar geçen süre zarfında yine de gözle görülür bir takım değişiklikler
meydana gelmiştir (Ocak, 2003, s. 95). Özelikle Uygurların yerleşik hayata geçip zamanla yüksek bir şehir kültürüne erişmeleri değişimin en açık delilidir. Hatta Moğollar da olduğu gibi Uygur Türkleri kendilerinden sonra gelen pek çok devlete “medeniyet hocalığı” yapmıştır (Karakaş, 2010, s. 92).

Elbette yemek pişirme âdetiyle şehirleşme olmayacaktır ancak ifade edildiği üzere Türk kültürünün ve tarihinin en önemli şehirlerinin de Uygurlar tarafından kurulduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öte yandan yine kitabede yer aldığı gibi Maniheizm “kavranması pek ağır bir din idi”( ETY, 1994, s. 233) bu bakımdan Uygur Türklerinin toplumsal hayatında ne kadar kabul gördüğü önemli bir husustur. Çünkü bilindiği üzere Maniheizm ilk önce yönetici sınıf arasında ve kağan’ın yakın çevresinde kabul görmüş, zamanla halkın arasına yayılmıştır. Ancak bu yayılma da ne derece saf olmuştur. 981-984 tarihleri arasında Çin’in resmi elçisi olarak Uygur Devletine giden Wang Yen-Te’nin seyahatnamesi bize bu konuda önemli bilgiler vermektedir; “…Onların kralı (Arslan Han) yemek için at ve koyun
pişirtmişti… Zayıf ve bakımsız atlar ise yemek için kullanılırdı. Bütün fakirler et yerler” (İzgi, 2000, s. 65-67). Burada da görüleceği üzere Türkler esasında ne Maniheizm ne de Budizm dönemlerinde yeme alışkanlıklarını değiştirmemişlerdir.

Öte yandan Maniheist öğretinin temeli sayılabilecek üç mühürden kalbe vurulacak mühür ise üremeyi de kapsamaktadır. Üremek ışık unsurlarının bir araya gelmesini geciktirdiğinden şeytani bir eylem olarak görülür. Bu nedenle Maniheist seçkinlerin evlenmesi ve çocuk sahibi olmaları kesinlikle yasaklanmıştır. Dinleyiciler ise seçkinlere hizmet dışında normal hayatlarını devam ettirebilirler. Dinleyicilerin evlenmelerine müsaade edilmekle birlikte çocuk sahibi olmalarına hoş bakılmaz hatta çocuk yapmamaları tavsiye edilir (Tekin, 2014, s. 91-92). Elbette bu Türk toplulukları için kesinlikle kabul edilemeyecek bir kuraldır.

Maniheizmin muhakkak ki Uygur Türklerine katkısı, Türk kültürüne etkisi olmuştur ancak kaynaklardan gördüğümüz kadarıyla bu inanç Uygur Türklerinin hayatına pek fazla nüfuz edememiştir. Zira uygulamalarının hayli girift ve zor olmasının yanı sıra öğretilerin Türk töresine ve kültürüne aykırı olması Maniheizmin kabul edilebilirliğini azaltmıştır. Bu dinin rağbet görmemesinin en önemli nedenlerinden biri de Türk tarihinin hiçbir
döneminde sınıflı bir toplum yapısının Türkler arasında olmamasıdır. Bey, kağan, han, komutan ve benzeri idari makamlar, memuriyetler olabilir ancak ortaçağ dünyasında hemen bütün toplumlarda görünen sınıflı toplumsal yapı
Türklerde hiçbir zaman olmamıştır. Han, hakan kısacası en üst yönetici dahi her zaman halkıyla bir yaşamış, savaşmıştır. Hele hele Türklerde bir ruhban sınıfı asla olmamıştır. Üstelik köle-efendi ilişkisi türünde bir yapı Türk
tarihinin hiçbir safhasında görülmemiştir. Türkler, yöneticisi halkı ayırt olmaksızın birlikte çalışmış, birlikte savaşmış ve birlikte yönetmiştir. Maniheizm’in getirmeye çalıştığı toplum yapısı binlerce yıllık Türk toplum
geleneğine asla uymamıştır.

IV- Maniheizm’in Uygur Türk Devletine Etkileri

En temel soru şudur; Bögü Kağan’ın Maniheizm’i bireysel kabul etmesinin ötesinde neden bu inancı bir devlet dini olarak ilan etmiştir? Bir önceki bölümde bu sorunun toplumu ilgilendiren cihetiyle yanıt verilmiştir. Şimdi ise bu sorunun devlet ve siyaset bakımından yanıtı aranacaktır. Öncelikle ifade etmek gerekmektedir ki; birinci el kaynaklar bu konuda maalesef gerekli bilgileri vermekten hayli yoksundur. Bu sebeple nazariyelerden ve farklı görüşlerden istifade edilecektir. Kağan, Lo-Yanğ şehrinde Soğdlularla yaptığı sohbetlerde öğrendiği ve etkilendiği bu din sayesinde sertlik ve inceliği en iyi biçimde birleştirebileceğini görmüş olabilir. Zira böylece hem halkının kültür seviyesini yükseltebilecek hem de savaşçı bir halkın başı olarak tebaasından beklediği disiplin ve itaat bozulmayacaktı (Mackerras, 2014, s.443). Bögü Kağan’ın Maniheizm’i seçmesinin en akla yatkın bir başka sebebi ise Çin’e karşı bağımsızlını, kimliğini koruma kaygısı olabilir. Özellikle Orhun Kitabelerindeki Bilge Kağan’ın “Çinlilerin tatlı sözlerine ve yumuşak ipekli kumaşlarına aldanıp (ey) Türk halkı, çok sayıda öldün! Türk halkı, (sen) mutlaka öleceksin!” (Tekin, 1998, s. 59) açık uyarısı Kağan’ın kararında etkili olmuş olabilir. Çin’e yakın olmanın Türkler için ölüm anlamı gelmesi ve bunu engelleyebilme adına Kağan, Çin ile arasına fiziksel olmasa da kültürel mesafe koymak istemiş olabilir. Maniheizm’in kabulüyle ülkesini, halkını koruma kalkanı içerisine aldığını düşünen Kağan, devleti üzerinde Çin’in olası siyasal ve kültürel etkilerini azaltmaya çalışmıştır diyebiliriz. Öte yandan Kağan için tüccar Soğdların mali gücü her şeyden önemliydi. Kağan’ın kendi siyasal gücü büyük çapta kendisinin ve boyunun iktisadi
üstünlüğüne bağlıydı. Dinlerini kabul ederek Soğdlarla ittifak yapmak bu gayelerin hayata geçirilebilmesi için önemli bir adımdı (Mackerras, 2014, s.444). Elbette ki farklı kaynakların bulunmasıyla bu nedenler çeşitlenebilir ancak şimdiye kadar sahip olduğumuz verilere göre Kağan kendi kişisel duygu ve düşüncelerinin yanı sıra devletinin ve milletinin refahı ve kalkınması için Maniheizm’i devlet dini olarak ilan etmiştir. Bu ilana müteakip ise devleti ve toplumu yeni inanca göre şekillendirmeye başlamıştır.

Öncelikle Türk kağanlarının hâkimiyetlerini mutlaka ilahi bir kökene dayandırmaları gerekmekteydi. Uygurlardan önce bu Gök Tanrı iken Maniheizmin kabulünden sonra Uygur kağanlarına kut Işık Tanrısı ve onun etrafında yer alan semavi güçlerden gelmekteydi (Zeren, 2017, s.147). Hâkimiyet yetkisini Işık Tanrısından alan Kağan Turfan’da bulunan bir metinde “doğunun hâkimi, dinin koruyucusu ve hak yolundan gidenlerin yardımcısı” olarak vasıflandırılmıştır (Karakaş, 2010, s. 89). Kara-Balsagun kitabesinde ise Kağan “Zahag i Mânî” (Mânî’nin tecellisi) şeklinde adlandırılmıştır (Grousset, 2011, s. 137). Yani Uygur hükümdarı Maniheistlerin gözünde Mani’nin yeryüzündeki temsilcisi olmuştur. Bir başka metinde ise Kağandan, “Bizzat Mani kilisesine bürünmüş, onunla
özdeşleşmiş olan hükümdarımız” denilerek bahsedilmektedir (Tekin, 2001, s.128-129). Bu durum yani bütün Manihesitlerin hamisi olma hali o denli önemlidir ki El- Muktedir döneminde Semerkant’ta 500 Maniheist’in
toplandığını ve hareket edeceğini öğrenen Horasan hükümdarı bunları öldürmek istemiştir. Bunu haber alan Kağan, Horasan hükümdarına haber göndererek ülkesindeki Manihesitlere dokunacak olursa Uygur ülkesindeki bütün Müslümanları kılıçtan geçireceğini, tüm camileri yıktıracağını söyleyerek Horasan hükümdarına mani olmuştur ( The fihrist of Al-Nadim,1970, s. 806).

Yukarıda da bahsedildiği üzere Uygur Kağanı Maniheislerin hamisi olmuş ve dış ilişkilerini buna göre şekillendirmiştir. Bu durumun bir diğer önemli örneği ise Maniheistleri korumak maksadıyla Çin içerisinde Maniheist kolonilerin kurulup, tapınakların inşa edilmesidir. Böylece Uygurların ve tüccar Soğdluların hiç bir baskıya maruz kalmadan yaşamaları için siyasî ve kültürel zemin hazırlamıştır. Özellikle ülkelerinde yabancı
dinlerin ve kendisine benzetemediği halkların varlığından rahatsız olan Çinliler için bu durum bir zafiyet, Uygurlar için ise Çin’in içişlerine karışmak için bir fırsat haline gelmiştir (Zeren, 2017, s.150-151).

Gerek kullanılan unvanlardan gerekse kağan’ın yaptıklarına bakıldığında Uygur Kağanları, devlet işlerinin yanı sıra dini koruma, yüceltme ve destekleme görevlerini de üstlenmişlerdir. Maniheizm’in bu denli nüfuz ettiği bir dönemde devlet törenleri de ruhban sınıfı tarafından düzenlenmeye başlamış ve onların okudukları dualarla bir nevi dini tören
halini almaya başlamıştır (Zeren, 2017, s. 146-147). Maniheizmin özellikle resmi din olarak kabul edilmesiyle birlikte bu din Türk idare tarihinde o zamana kadar görmediğimiz bir şekilde siyasi yapı içinde yerleşmiş ve önemini de arttırmıştır (Karakaş, 2010, s. 88). Dinin bu denli etkili olması elbette din adamları eliyle mümkün olmaktaydı. Maniheist rahipler yani Soğudlu din adamları devletin iç ve dış politikasını belirleyen kişiler haline gelmişlerdir. Manihesit ruhban sınıfının siyasi nüfuzu o denli etkiliydi ki, Çince bir T’ang metninde bu durum; “Uygurlar hükümet işleri hakkında daima Maniheistlerle müzakerede bulunurlar” diye aktarılmaktadır (Grousset, 2011, s. 138). Soğudluların Uygur Devletinde kazandıkları yere dair en çarpıcı tespitlerden birini ise Mackerras yapmış ve Soğudluların Kağan üzerindeki etkilerinden hareketle onların adeta devlet içinde devlet haline geldiklerini yazmıştır (Mackerras,1972, s. 151-153). Bu durumun en bilinen örneği ise Bögü Kağan’ın Soğudlu din adamlarını dinleyerek 779’da Çin’e saldırmayı kabul etmesidir. En başından beri Maniheizm’e karşı olan Vezir Tun Baga Tarkan bu karar üzerine birçok rahiple birlikte Bögü Kağan’ı da öldürmüştür. Tun Baga Tarkan’ın böylesi kanlı bir eyleme girişmesinin tek sebebi Çin’e açılmaya çalışılan sefer değildir. Muhtemelen Kağan’ın, dini inanışta ve yaşayışta aşırıya kaçması veziri harekete geçmeye zorlamıştır. Çünkü Kağan’a ait olduğu iddia edilen şu ifadeler oldukça
önemli ve dikkat çekicidir; “Siz bana acıyın, (beni) dine tutun (dine kabul edin), rahip yapın! Dünyada, evde barkta yaşamağı hiç sevmem. Yine saltanatım, maddi sevinçler, beyliğim ve hüküm sürem artık gözümde değersiz ve basit oldu. Siz buyurursanız ben sizin sözlerinize ve öğütlerinize göre hareket edeceğim” (Tekin, 1962, s.7). Kağan’ın rahiplere hitaben sarf ettiği bu sözler mahiyeti itibariyle Vezirini bir şeyler yapmaya mecbur olabilir. Zira Bögü Kağan, yöneticiliği bırakıp rahip olmak istemekte ve inancından başka hiçbir şeye değer vermediğini ifade etmektedir. Oysa bir Türk hakanı halkını ve devletini töreye göre yönetmek ve kendisine bağlı olanlara sahip çıkmak, onlar için mücadele etmek zorundadır. Kağan sadece kendinden değil halkından da sorumludur. Ancak Bögü Kağan’ın bu sözleri Türk halkını ve devleti muhtemel bir felakete sürükleyebilecek, yok olmakla karşı karşıya getirebilecek ifadelerdir. Hiçbir Türk devletinin yöneticisi böylesi bir tavır içerisine girmemiştir. Kadim Türk devlet geleneğinde ise buna benzer bir tavır sergileyen bir yönetici olmamıştır. İfade edildiği üzere, Vezir Tun Baga Tarkan, Kağan’ın tavırlarından yaklaşmakta olan felaketi durdurma adına adım atmış olabilir.

Maniheist Uygurlarda din- devlet ilişkisini en iyi aktaran belge ise Bögü Kağan’ın din değiştirme sahnesi olarak kabul gören minyatürdür. Bu minyatürde arka planda Maniheizme giren asker giysili Bögü Kağan olduğu düşünülen figür sağ üst köşede kendinden daha büyük resmedilmiş rahibin elini sıkarken ön planda Maniheist panteonunda yer alan semavî varlıklar resmedilmiştir. Bu sahne, örnekler verdiğimiz metinler kadar, hatta daha çarpıcı şekilde, sanatkâr Maniheist rahiplerin gözüyle Uygurlarda din ve devlet birlikteliğini ve bu birlikteki dengeleri gözler önüne sermektedir (Resim1-2) (Zeren, 2017, s. 152).

V-Sonuç

Mani asil bir ailede doğmuş ve yaşamı boyunca devrinin yöneticileri ile ilişkide olmuştur. Muhatapları, prensler, hükümdarlar olmuştur. Öte yandan önemle belirtmeye çalıştığımız üzere Maniheizm, sıradan bir insanın
kavraması için oldukça entelektüel ve karmaşık bir dindir (Karakaş, 2010, s. 134). Maniheizm’in zor yanlarının yanı sıra Bögü Kağan, Maniheizm’i kabul ederek halkını yerleşik hayata yönlendirmeyi, devletinin bağımsız kalmasını
sağlayarak yeni bir kültür ortaya koymak istemiştir. Esasında bu son derece yerinde ve haklı bir düşüncedir. Çünkü sadece askeri başarılarla bir devletin uzun ömürlü olması sağlanamaz. Kağan, yerleşik bir halk, düzenli üretim,
düzenli gelir kısacası her şeyiyle kurumsallaşmış bir devlet hedeflemiştir. Bu hedefine de seçeceği din ile ulaşacağını düşünmüştür. Ancak Maniheizm bu amaçlar için ne kadar doğru bir tercih olmuştur?

Şüphesiz Maniheizm’in Türk kültürüne, diline, sanatına çok önemli katkıları olmuştur. Fakat bu din aynı zamanda Uygur Türklerinin sonunu getirmiştir. Zira El Cahiz’e göre Uygurlar Mani dinine girdikten sonra kahramanlıklarını kaybetmişlerdir; “Türklerden Dokuz Oğuzların (Uygurların ) hali de-önce Türklerin kahramanları, hâmîleri iken sonra bunun gibi oldu. Kendilerinden kat kat fazla oldukları halde Karluklara üstün geliyorlardı. Mani dinine girdikten sonra- ki, Mani dini sulh ve pasiflik konusunda Hıristiyanlıktan daha kötüdür-onlardaki bu cesaret bozuldu, bu kahramanlık esip gitti” ( Şeşen, 1969, s. 34). Çetin bir coğrafyada, zor komşuların arasında savaşmadan ayakta kalmak ve var olmak mümkün olamamıştır anlaşılan.

Öte yanda Maniheizm’in Uygur Devletinde yarattığı en büyük hasarlar kültürel ve toplumsal alanlarda olmuştur. Maniheizm’i kabul eden yöneticiler geçmişle, Türk örf ve töresiyle kısmen de olsa kopukluk yaratan, kendilerine tamamıyla yabancı bir kültürü kendi toplumuna kabul ettirmeye çalışmıştır. Bu gayretin yarattığı çatışmalar yani yerleşik ve yabancı tesirinde kalmış şehir halkı ile hala geleneksel konar-göçerliği sürdürenler arasındaki çatışmalar Uygur Türkleri arasında oldukça büyük gerilimlere neden olmuştur. Şehir hayatı ile bunun dışındaki hayat arasındaki ihtilaflar gittikçe büyümüştür. Maniheizm sebebiyle aynı devlet içinde birbirinden çok farklı, müstakil iki toplum gelişmiştir. Sarayın, başkent dışındaki kontrolü zayıflamış, böylece durumdan memnun olmayan mahalli idarecilere bağımsız hareket etmek için fırsat doğmuştur (Mackerras, 2014, s.457). Bu durumda devletin parçalanmasını ve sona ermesini kolaylaştırmıştır.

Açıklamalar:

1 Mutezile: Kelime anlamı “ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenlerdir.”

KAYNAKÇA

CHAVANNES, E. (2013). Çin Kaynaklarına Göre Batı Türkleri, İstanbul:
Selenge Yayınları.
ÇANDARLIOĞLU, G. (2004). Uygur Devletleri Tarihi ve Kültürü (Çin
Kaynakları ve Uygur Kitabelerine Göre), İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları
Vakfı.
Eski Türk Yazıtları (1994). Yayına hazırlayan: Hüseyin Namık Orkun,
Ankara: Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu Yayınları.
GROUSSET, R. (2011). Stepler İmparatorluğu Atillâ, Cengiz Han, Timur,
Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Ibn El-Nedim (1970). The Fihrist of Ibn al-Nadīm. A Tenth-Century Survey
of Muslim Culture, Volume II, (Editor and Trasnlator B. Dodge), New York:
Columbia University Press.
İZGİ, Ö. (2000). Çin Elçisi Wang Yen-Te’nin Uygur Seyahatnamesi, Ankara:
Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları.
KARAKAŞ, S. (2010). Türk Tarihinde Maniheizm (VIII-XIII. yüzyıllar),
Yayınlanmamış Doktora Tezi Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
MACKERRAS, C. (1972). The Uighur Empire According to the T’ang
Dynastic Histories, Canberra: Australian National University Press.
MACKERRAS, C. (2014). Uygurlar, (Çev. Şinasi Tekin), D. Sinor (Ed.)
Erken İç Asya Tarihi (s. 425-459), İstanbul, İletişim.
OCAK, A. Y. (2003). Alevi-Bektaşi İnançların İslam Öncesi Temelleri,
İstanbul: İletişim Yayınları.
SKJÆRVØ, P.O., An Introduction to Manicheism,
https://sites.fas.harvard.edu/~iranian/Manicheism/Manicheism_I_Intro.pdf, erişim
tarihi: 05.04.2018.
ŞEŞEN, R. (1969), Eski Arablar’a Göre Türkler, Türkiyat Mecmuası, Cilt:15,
11-36.
ŞİNASİ T. (1962). Mani Dininin Uygurlar Tarafında Devlet Dini Olarak
Kabul Edilişin 1200. Yıldönümü Dolayısıyla Birkaç Not, TDAY, Belleten, 1-11.
TEKİN, D. B. (2014). Mani ve Öğretileri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,
Hitit Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
TEKİN, Ş. (2001). İştikakçının Köşesi (Türk Dilinde Kelimelerin ve Eklerin
Hayatı Üzerine Denemeler), İstanbul: Simurg Yayınlar.
TEKİN, T. (1998). Orhon Yazıtları, İstanbul: Simurg Yayınları.
Von W. BANG und A. Von GABAIN, Türkische Turfan-Texte,
http://www.mehmetolmez.org/images/dosya/78_679_8212092013211110.pdf erişim
tarihi: 06.04.2018
ZEREN, M.E. (2015). Maniheizm ve Budizm’in Uygurların Kültür Hayatına
Etkileri, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Uygur Akademisi © Her Hakkı Saklıdır.

Scroll to top