Uygurların Sosyo-Kültürel Yapısı ve Türk Tarihindeki Rolü
Uygurlar yerleşik yaşama geçmeleri nedeniyle Türk tarihinde dönüm noktası oluşturmuş olan bir Türk topluluğudur.Özellikle Büyük Uygur Kağanlığının yıkılışından sonra vuku bulan göçlerle ortaya çıkan Kansu ve Turfan Uygur Devletleri konumlandıkları noktalar,Maniheizm dininin etkisi ve yerleşik yaşam süreci ögelerinin birleşimi sonucu diğer Türk topluklarından farklı bir toplumsal süreç izlemişlerdir.Fakat bu farklılık tamamen bir kopuş değil,eski Türk gelenekleri ile yeni edindikleri değerlerin uzlaştırılması ve geliştirilmesi tarzında bir özgünlüğe sahip olan farklılaşmadır.
a. Uygurlar ve Maniheizm Dini:
“Maniheizm dininin evren anlayışında Tanrı’ya yer yoktur. Aksine Aydınlık ve öfkeli Karanlık gibi iki unsur Tanrı’nın yerini almaktadır. Maniheistler’in amacı aydınlığa dayanan ruhu karanlık maddenin gözlerinden kurtarmaktır.
Bu amaca ölümle değil –çünkü Maniheistler reenkarnasyona inanırlar- hayattan, bedenden, maddeden ve bu cümleden sanattan -zira hepsi maddeden yapılmıştır- nefret etmekle ulaşılabilir. Maniheistler’e göre dünya sevgiye hizmet eden bir eser değil, bir felaketin sonucudur ve bu yüzden de yok edilmesi gerekir. “[1]
Bu temel niteliklerle tanımlanan Mani dini Uygurlar arasında nasıl yayılmıştır?
Bögü Kağan’ın Lo Yang seferi sırasında Çin’de uzun süre kalması, Uygur tarihi için manevi açıdan olduğu kadar, fikir tarihi bakımından da önemli neticeler doğurmuştur.
Bögü Kağan, Çin’den ülkesine dönerken yanında dört Mani rahibini de birlikte getirmiş ve bu rahipler, Uygur medeniyetinin oluşmasında büyük rol oynamışlardır.
“Uygurlar Maniheizm dinini kabul etmeden önce çeşitli dinlerle karşılaşmışlar ve bunlardan en son olarak Budizm’i kabul etmişlerdir. Esasında Uygurlar, inanç alanında çok serbest olmuşlar, çabuk din değiştirmişler ve yeni kabul ettikleri bir dini yaymak için de çok çalışmışlardır. Uygurlar’ın din hususundaki hoşgörülü olmalarında da başarılı olduklarını söyleyebiliriz.”[2]
ıÜüManiheistler’in en büyük koruyucusu Uygurlar’dır
“Uygurlar Mani dinini o kadar çok benimsemişlerdir ki, bu dinin Çin’de yayıcısı ve koruyucusu olmuşlardır. Birçok defalar (770, 771 ve 807 senelerinde) Uygur elçileri T’ang İmparatorluğu sarayında, Çin’e yerleşmiş veya yerleşecek olan Maniheist toplulukların koruyuculuğunu da üstlenmişlerdir.
768 tarihinden itibaren Uygur kağanı ve Çin imparatoru Çin’de Mani dininin yayılması için Hu-pei şehrine ve başka şehirlere Mani mabetleri inşa ettirmişlerdir. Bundan başka 807 senesinde de bir Uygur elçisi, Lo-yang ve Tai-yüan şehirlerinde de Mani tapınakları kurulması için izin istemiştir.”[3]
Çinliler Mani propagandistlere karşı şiddetli bir düşmanlık gösterirken, Uygur hanı 766’da Mani mübeşşirini davet ederek, ona ülkesinde kendi öğretilerini yayma imkanı tanıdı.
Perhiz günleri belirleyerek, o günlerde et ve hatta sütü bile yasakladılar. Uygur köylüleri aç kalmamak için bostan yetiştirmek zorunda kaldılar.
Bu arada Maniheistler’in ‘aydınlık dini’ dedikleri propaganda devlet erkanıyla sınırlı kaldı. Çünkü ‘yukarıdakiler ne yaparsa aşağıdakiler onları taklit ederdi.
Maniheizm’in başka dinlere tahammülsüzlüğü Uygurlar’ın mahvolmalarına sebep olacaktı. Uygur Hanlığı başlarında beylerin bulunduğu altı kabileden müteşekkil bir konfederasyondu ve yönetimin halk üzerindeki etkisi azdı.
Kabile beyleri uzun süredir teist Tengri-Gök kültürü uygulaya gelen kabiledaşlarına bağımlıydılar. Bu insanlar kendilerine yak, ıçkak, çulmus ve albastılar gibi bozkırın kötü ruhlarına karşı yardım eden Tanrı’ya inanmak ihtiyacını hissediyorlardı. Maniheizm ise mistik olmakla birlikte ateistti. Uygurlar Mani dinini kabul ederken, şüphesiz onun ahlaki prensiplere dayalı bir din olduğunu gözden uzak tutmamışlardır. Mesela Şaman inancına göre adam öldürmenin, insana ahrette faydalı olduğu inancına karşılık, Mani dininde yalnız adam öldürmenin değil, hayvan eti yemenin bile haram olmasına rağmen bu dine girebilmişlerdir.
Eski inançları ile yeni din arasındaki çelişkiyi Uygurlar kendileri de görmüşlerdir. Bu durumu kendi kitabelerinde de dile getirmişler ve “Evvelce et yiyen kavim, bundan sonra pirinç yiyecek, evvelce adam öldürmek yaygın olan bu memlekette bundan sonra hayır hükümran olacaktır’ demişlerdir.”[4]
b.Uygurların Kültürel ve Edebi Düzeyi:
Mani dini ile birlikte Sogdlar’ın alfabesini de alan Uygurlar, bu yeni yazı sayesinde milli bir edebiyat geliştirmişlerdir. Önceleri bu yeni yazı çeşidiyle Farsça’dan birçok metni Uygurca’ya çevirmişler ve sonra Sanskritçe’den ve Çince’den Budist metinlerini çevirmişlerdir.
Bu şekilde, Uygurlar diğer Türk ve Moğol milletlerine nazaran çok büyük ilerlemeler kaydetmişler ve hatta Cengiz Han zamanına kadar bu milletlerin hocalığını yapmışlardır.
Uygurlar komşularının eserlerinden faydalanmaktan sıkılmazlar ve eserlerini dikkate değer bir çabayla Türkçe’ye çevirirler. Bu kitaplık fareleri arasında en ünlüsü Shingka Shali Tutung’dur, Türkleşmiş bir Çinli ya da Beşbalıklı bir melez olduğu sanılmaktadır.
A.von Gabain’e göre 10.yüzyılda, yani 950 yılından önce yaşamıştır ama J.P.Hamilton’a göre 11. yüzyıl başlarında yaşamıştır. Bu yazarın en önemli eseri Sekiz Yukmek Yarık Nom (Sekiz Işık Tapınağı) çevirisidir. Budist Uygur eserlerinin en ünlüsüdür.[5]
c.Uygurların Sosyal ve Ekonomik Yaşamı:
Çin Elçisi Wang Yen-te’nin Uygur Seyahatnamesi Uygurlar’ı; ‘çalışkan, sanatkar, çoğunun elinde sazları vardır. Şehirler müzik sesleri ile dolu idi, hanımlar güzel düzgün kıyafetli idi, saçlarına lake hotozlar (bağtak) takıyorlardı’ diye anlatır.
Bu devirde Uygurlar’ın yaşayışları, diğer pek çok Orta Asya kabilesinde görüldüğü gibi, gayet basit bir tarzdadır. Bunlar konar-göçer oldukları için daima bir yerde oturmayıp, hareket halinde idiler.
Nüfus bakımından da fazla kalabalık olmayan Uygurlar’ın ata binmede ve ok atmadaki becerilerinin, eski bir geleneğin devamı olduğu bilinmektedir.
Disiplin cezaları çok şiddetli olup bilhassa, hırsızlık ve ırza geçme gibi olayların çok ender olması dikkat çekicidir. Uygurlar’ın bu zamanlarda oturdukları toprakların çok verimsiz olması, hayatlarını çoğu kez etrafta bulunan diğer göçebe veya yarı yerleşik kabileleri yağma etmekle devam ettirme mecburiyetinde bırakmıştır.
Selenga, Orhun ve Tola nehirlerinin etrafında kümelenmiş olan Uygurlar’ın atları az fakat buna mukabil sığırları çoktu. Yüksek tekerlekli arabaları vardı.
Bundan dolayıdır ki, bu devirde, Çinliler tarafından kendilerine Kao-ch’e (Yüksek arabalılar) denmiştir. Göç ederken veya harp sırasında bu arabalarına çok güvenirler ve sulh zamanlarında da bu arabalarını ev olarak kullanırlardı.[6]
Yine Çin elçisi Wan-Yen-Te seyahatnamesinde şunları da yazıyor: İl-şou’da ipekli kumaşlar imal edilir; koyunların kuyrukları o kadar büyük ki, bu yüzden koyunlar hareket etmekte güçlük çeker.
Çing-ling dağından çıkan ırmak devlet merkezi Koçu’nun tarlalarını ve bahçelerini sular, değirmenlerini de döndürür.
Koçu’da kara buğday müstesna diğer tahıl mahsulleri yetiştirilir. Burada aynı zamanda güzel pamuklu bez ve işlemeli kumaşlar da dokunur. Zenginler at eti yer, geri kalanları koyun eti ve yabani kaz yer.
Çalgıları kopuzdur (? k’ung-hou). Şarkı söylerken bu kopuzlardan birçoğunu kullanırlar. Gezmeyi severler ve bilhassa baharda çok gezerler. Gezileri esnasında mutlaka çalgılarını da yanlarında taşırlar ve birlikte çağırıp çalarak eğlenirler. Koçu’da hükümdarın yarlığı, buyuruldu ve bitilerinin muhafaza edildiği bir kule vardır.
Bu vesikalar burada ihtimamla saklanır ve kilitlenir. Beş Balık’ta kabul töreninden sonra bir şölen verildi. Burada akşama kadar yenildi, içildi ve aktörler oyun gösterdi. Şehir (Beş Balık) yeşillikler içindedir ve binalarının epeycesi iki katlıdır. Şehir halkı hoş insanlardır. Burada çok zanaatkar vardır. Bunlar altın ve gümüş kaplamada ustadırlar. Bütün yoksullar et yer. Wang-Yen-Te’nin sefaretnamesi Uygurlar’ın yerleşik hayatta ne kadar ileri gittiklerini pek güzel gösteriyor.
Buna hayret etmemelidir. Uygurlar dirayetli kağanları sayesinde devletlerini kurar kurmaz medeni hamleler yapmaya girişmişlerdi. 840 yılındaki büyük felakete rağmen (Kırgız istilası) onlar yeni yurtlarında da medeni bir kavim olmuşlardı.
Uygurlar’ın musikiye düşkün olmaları dikkate değer. Birlikte şarkı söyleyip kopuz çalıyorlar. Bu eski bir gelenek olmalıdır. Çünkü Gök Türkler’in de birlikte şarkı okudukları veya türkü çağırdıkları Çin kaynaklarında bildirilir.
Fakat her iki topluluğun da raks şeklinde oyunları olduğuna dair hiçbir bilgi elde edemedim. İslam coğrafya kaynakları da bu mesele üzerinde bize yardımcı olmuyorlar.
Koyunlarının kuyruklarının büyük olması Türk koyunlarına ait bir hususiyettir. Coğrafyacılardan İbnü’l-Fakih de aynı şeyleri söyler. Radloff Kazak koyunlarında da aynı hususiyetleri görmüştür.
Wang-Yen-Te Uygurlar’ın atlarının da çok olduğunu, Beş Balık düzlüğünde otlayan yılkıların sayılarının bilinmediğini söylüyor.[7]
UYGUR KAĞANLARI
Kutluk Bilge Kül Kağan ( Öl. 747)
Moyen-çor ( Bayan-çor?) (747-759)
Bögü Kağan (759-779)
Tun Baga Tarkan (Alp Kutluk Bilge Kağan) ( 779-789)
Külüg Bilge Kağan (789-790)
Kutlug Bilge Kağan (790-795)
Ay Tanrıda Ülüg Bulmış Alp Kutluk Bilge Kağan ( 795-805)
Ay Tanrıda Kut Bulmış Külüg Bilge Kağan (805-808)
Ay Tanrıda Kut Bulmış Alp Bilge (808-821)
Ay Tanrıda Ülüg Bulmış Küçlüg Bilge ( 821-833)
Ay Tanrıda Kut Bulmış Alp Külüg Bilge Kağan (833-839)
Ho-sa ( 833-839)
Vu-Hi Tegin (841-846)
[1] Gumilöv, L.N:Hazar çevresinde bin Yıl; Selenge yay.(çev:Ahsen Batur), ist.2002,s.253
[2] ıÜüİzgi, Ö. Çin Elçisi Wang Yen-te’nin Uygur Seyahatnamesi, Türk Tarih Kurumu Yayınları,1989,s.18
[3] a.g.e. s.20
[4] Gumilöv, L.N: a.g.e s, 252
[5] Roux, J.P; a.g.e, s.223
[6] İzgi, Ö. Çin Elçisi Wang Yen-te’nin Uygur Seyahatnamesi; s.14
[7] Sümer,Faruk; Eski Türklerde Şehircilik; T.T.K yay.Ankara 1994,s.37-38
Türk Yiğit
Uygur Türkleri Türklerin Yahudisidir. Tarihte Uygurlar ticarette ve kültürde bütün Türklere örnek olmuştur.